28 Mayıs 2025 Çarşamba

İdealleri Gerçekleştirmek, Akıl ile Mümkündür 9/A

İzmirli hemşehrimiz Homeros, İlyada adlı eserinde Truva (Anadolu) - Yunan Savaşı’ndan ayrıntıyla bahsederken, Yunan generali Agamemnon’un hileyle savaşı kazandığını, Yunan tanrılarının bile Agamemnon’un hileleri karşısında çaresiz kaldığını anlatır. Agamemnon; Yunandır, Batıdır.

Büyük Fatih, Hazreti Muhammed’in hadisinden güç alarak, Konstantinapol’ün burçlarına bayrağımızı diktiğinde ‘’Yunan’dan Truva’nın intikamını aldık.’’ diyerek Anadolu’nun Batı karşısındaki galibiyetini doğu halklarına müjdelemişti.

20. yüzyıl… Fetihler çağının sonu. Tek dişi kalmış canavarlar, bir kez daha dedeleri Agamemnon’un peşinden Anadolu sınırlarına üşüştüler. Hayalleri, 450 yıl önce Türk’e vatan olan Konstantinapol’ü almaktı. Bunun için de boğazın anahtarı Çanakkale’yi, Kilitbahir’i geçeceklerini umuyorlardı.

 Anadolu’nun kınalı kuzuları, 1915 yılının Mart ayında, vatan bildiği Ege’nin soğuk sularına kurban oldu. Kurban oldular ama İngilizlerin 65 yıl tahtta kalan kraliçelerine adadıkları Queen Elizabeth’i, müttefikleri Fransa’ya ait olan ve ‘’denizlere sığmaz’’ diye tanınan Crups ve nice işgal gemisini soğuk sulara döşedikleri mayınlarla, kahraman Seyitlerin top atışları sayesinde balçıkla sıvadılar.

Ve gemilerle Çanakkale’nin geçit vermez toprağına ayak basan emperyalistlere karşı mavi gözlü kurdun verdiği emirle, şehadetlerle, Arıburnu’nda, Seddülbahir’de, Conkbayırı ve Anafartalar’da ruhunu memleket toprağına hediye eden ana kuzuları yatıyorlar.

Çanakkale geçilemedi…

Yok yok, geçildi.

30 Ekim 1918… Limni Adasının Mondros Limanında binlerce yıl sonra dirilen Agamemnon’un adını taşıyan zırhlıda Türk’ün elini koluna bağlayan Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Kime imzalattılar biliyor musunuz? Çanakkale Boğazı’nı işgalciler geçmesin diye mayınlarla dolduran Rauf Bey’e.

13 Ekim 1918… İngiliz bayraklı savaş gemileri,

Fransız bayraklı savaş gemileri,

İtalyan bayraklı savaş gemileri,

Yunan bayraklı savaş gemileri,

Amerikan bayraklı savaş gemileri,

Çanakkale’den geçerek Dolmabahçe Sarayı’nın tam karşısına, padişahımız efendimiz Vahdettin’in gözünün gördüğü yere dikildiler.

Padişahımız ve damadı Ferit, pek çaresiz ve teslimkârdı. İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurup, hemen üye oldular. Kurtuluş, işgalcilerin insafındaydı sanırım.

Aynı gün… Adana’dan bir yolcu İstanbul’a gelmiş, İngilizlerin hücum botu Enterprise ile yanında Dr. İsmail Hakkı ve yaveri Cevat Abbas ile Boğaz’dan karşı yakaya geçiyordu. Söylediği söz, ondan sonraki 5 yılda ve ondan sonraki yaşanacak tüm yıllarda Türk milletine rehber oldu.

‘’Geldikleri gibi giderler!’’

O gün Çanakkale’den geçerek İstanbul’a zırhlılarıyla demirleyen işgal kuvvetlerinin zulmü, 6 Ekim 1923’te kahraman komutan Refet Bey’in aynı Büyük Fatih 2.Mehmet gibi, beyaz at üzerinde İstanbul’u teslim almasıyla sona erdi.

Çanakkale, İstanbul’un, Marmara’nın kapısıdır.

Karadeniz’in kapısıdır.

Truvalıların o gün kaybettiklerini İlyada’dan öğrendik. Önceki atalarımızın yenilmişliğini, 2 Fatih bize unutturdu.

Fatih Sultan Mehmet ve Gazi Mustafa Kemal.

Fetihler Çağı, İkinci Dünya Savaşı ile kapandı. Artık işgaller topla tüfekle yapılmıyor. Vatan savunması toprağa düşen genç bedenler üzerinden gerçekleşmiyor.

Ülkemizin bugünkü sınırları İngiltere’den Fransa’ya, İspanya’dan İtalya’ya birçok ülkenin yüzölçümünden daha büyük. Şimdi gelişmiş ülkelerin gücü, topraklarının büyüklüğü ile değil, ulusal savunma sanayileri, üretim araçlarının gücü ve kullandıkları enerji miktarı ile ölçülüyor.

Eceabat’tan Gelibolu’ya, feribotlarla her gün Batılı ülkelerin ürettiği otomobiller, telefonlar, saatler, kıyafetler ve nice ithal ürün geçip gidiyor. Gelişmiş ülkeler, zayıf ve güçsüz ülkeleri askerleriyle değil ürettikleri ürünlerle işgal ederek sömürüyorlar. Yani bugün, dünün silahının yerini tüketim ürünleri, dünün askerinin yerini de ürünü üreten makineler ve işçiler aldı.

Bugün, modern çağdayız. Modern çağın anahtarı akıl… ‘’Çanakkale geçilemedi, geçilemez!’’ yeminine sadık kalmak istiyorsak yolumuz bilimin yolu olmalıdır. Yani bugünün gençleri bilimsel eğitim süzgecinden geçirilerek, 21.yüzyıla ve ülkemizin beklentilerine hazır hale getirilmelidir. Büyük kurtarıcı ‘’Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.’’ diyerek Türk milletine mutlak yolu göstermiştir.

Tüketim 11/A

Bundan iki asır önceydi. Ülke sultanlar tarafından yönetiliyordu. Pek tabii, pek tebaaydık.

Mal sultanın, mülk sultanın, biz de sultanındık.

Avrupa, Sanayi Devrimi ile üretirken biz Türkler camide cemaat, savaşta şehit mertebesiyle onurlanıyorduk. Cenab-ı Hak verirse yiyor, vermezse de ara ara Celali adıyla isyanlar çıkartıyorduk. Dolayısıyla üretim olmadığından aç billaç ölüyorduk.

Bir asır önceydi. Öyle bir devrimdi ki bizimkisi, emperyalizmi tokatlarken, Allah’ın yeryüzündeki gölgesini de tahtından indirmiştik. Pek tabii sarayın yerini devlet, saltanatın yerini cumhuriyet, tebaanın yerini millet aldı.

Eee, artık padişahın mülkü yoktu, milletin vatanı vardı. Vatan toprağı bizimse üretmek şarttı. Elzem ihtiyaçlar belliydi. Pamuk, şeker, un, kömür, demir ve petrol. Fabrikalar kurduk. Rafineriler inşa ettik. Memleketin her bir yurttaşı olarak ürettik, çoğalttık, refaha erdik.

Öyle zaman oldu ki her ilde her ilçede her beldede, ilkbaharda çiçek açan fidanlar misali fabrikalar yükseldi.

Şeker pancarı mesela… Türk köylüsü pancarı ekti, mahsulü kaldırdı, Türk işçisi fabrikada pancarı işledi, Türk yurttaşı şekeri çayına katık yaptı. Pancarın küspesi, soframızda daha önce kadından önce yer bulan öküzümüze yem oldu.

Sonra ne mi oldu?

İkinci Dünya Savaşı, Dünya’nın felaketi… Rusya’nın Türkiye’den toprak istekleri. Amerikancılık, Amerikan bayrağı, Amerikan süt tozu, Amerikan balık yağı, Amerikan tomofili. Ve Menderes iktidarı… Yerli uçağın yerini Boeingler, yerli traktörün yerini Marshall traktörler aldı. Amerikan yardımıyla kalkınacağını sanan canım ülkem Türkiyem.

Sonra okuduk ki ülkede 80 darbesi olmuş. Tonton dede cumhurbaşkanı olmuş. Üretimin yerini tüketim, milli ekonominin yerini yabancı ürünlere rağbet almış. Türk parası can çekişirken dolar ve mark piyasayı sarmış.

Özal’ın politikalarını gören Alamanyası, Caponyası, Amarigası durur mu? 70 milyon müşteri var. Gümrük kapıları da ardına kadar açık. Gelsin Opel arabalar, Sony walkmanler; gitsin alın teriyle kazanılan üç kuruş dövizler.

Dedelerimizin, anne ve babalarımıza 70’li yılların sonuna doğru tasarruf etsinler diye aldıkları kumbaralar kırıldı, Alman marka tişört, Amerikan markalı ayakkabılar oldu.

Bugünkü cumhurbaşkanı, henüz başbakanken ülkeyi CEO gibi yönetmek istediğini söylemiş, defalarca ülkeyi şirket gibi gördüğünü belirtmişti. O halde vatan anonim şirketi, cumhurbaşkanı yönetim kurulu başkanı, memurlar şirket çalışanı ve 85 milyon insan ise tüketici olsa gerek…

Ecem Naz YILDIRIM

11/A

kutadgu bilig 12/a

 Domino taşlarını peş peşe dik bir şekilde düz bir zemine dizip ilk taşa dokunduğumuzda hepsinin yıkıldığını görürüz.

7. yüzyılın hemen başında Dünya’nın iki süper gücünden Doğu Roma İmparatoru İhtiyar Heraklius ile Sasani İmparatoru 2. Hüsrev kırk yıl süren imkansız savaşı başlattılar. Hüsrev, Kudüs’teki kutsal çarmıhı yerinden oynatınca Heraklius da intikam ateşiyle Zerdüşt tapınaklarındaki alevleri söndürdü.

Anadolu, İran, Irak ve  Filistin yangın yerine döndü. Bin yıllık İpek Yolu’na alternatif arandı. Hintlinin, Çinlinin ürettiği mallar Avrupa’ya yeni bir güzergahla, Baharat Yolu ile taşınmaya başlandı.

Sasani Vassalı Hire merkezli Lahmiler ve Bizans Vassalı Şam merkezli Gassaniler, büyük savaştan karlı çıkan iki güç oldular. Baharat Yolu’nun üzerindeydiler ve zenginleştiler. Bunlar tabii ki Araplardı. İslam ile tek çatı altında birleştiler. Bir dönem Emeviler adıyla Şam başkenti oldu, bir dönem Abbasiler adıyla Bağdat başkenti oldu.

Sasaniler, Zerdüşt ateşinden küle döndü. Bizans ise çivilenen elleriyle İstanbul’a çekildi. Araplar kılıçla Batı’da Mısır’dan Libya’ya oradan Endülüs’e, doğuda Türkistan’a kadar yayıldılar.

9 yüzyılın ilk yarısında baharat ile, ipek ile dolup taşan hilafet coğrafyası barışçıl bir asır başlattı. Karnı tok sırtı pek Araplar doğaya merak saldılar. Zaten ticaretin erbabı olan kervan sahipleri İlk Çağ’ın Hint, Çin, İran yazılı eserlerini Bağdat’a taşıyorlardı. Batıya da mal taşıyan bu tüccarlar, Batı’dan Batlamyus’u, Aristo’yu, Platon’u Bağdat’a getirdiler. Bağdat; 9, 10 ve 11.yüzyıllarda bilim ve kültürün başkenti oldu. Hintçe, Farsça, Çince, Eski Yunanca, Aramice ve Süryanice eserler Arapça’ya çevrildi. Abbasi halifesi 2. Memun’un emriyle Bağdat’ta medrese kuruldu.

Kimler yoktu ki o medresede? Bazısı öğretmen, bazısı öğrenci…

İbni Sina, Farabi, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve niceleri…

Emevilerin kılıçla İslamından, Abbasilerin bilgi ve barışla İslamına… İşte bu ortamda, 1019’da Balasagun’da doğdu Yusuf. Uygur Türk mirasıyla Abbasi İslam Rönesansı ışığında şekillendi aklı…

Kaşgar’a göç etti. Karahanlı Türklerinin otağıydı bu coğrafya. Öncülleri Çinli Sun Tsu, Yunanlı Platon ve Farabi gibi siyasetnamesini yazmaya başladı Kaşgar’da.

Seveni sevmez geyik gibi kaçar

Kaçana yapışır ayağından tutar

Bir bakarsın süslenip ardından koşar

Bir bakarsın yine döndürür yüzünü

Bir bakarsın görmezden gelip yere bakar

Bir bakarsın yine döndürür yüzünü

Tutmak istersen nazlanır

Vermez özünü

Kutadgu Bilig’i 2 yılda tamamlamıştır. Farabi’den, Ömer Hayyam’dan, Biruni’den, Firdevsi’den beslenmiştir dimağı.

Siyasetnamesini, Karahanlı Hükümdarı Tamgaç Uluğ Buğra Han’a sunmuştur. Hacip unvanıyla saraya davet edilmiştir. Peki bu eser hangi şartlarda, hangi amaçla yazılmıştır?

O esnada Türkistan bölgesi siyasi kargaşa içindeydi. Moğol baskıları, iç savaşlar ve dış istilalar bölge halkını derinden etkilemişti.

Yusuf Has Hacip, halkın manevi değerlerini güçlendirmek, halkı bir araya getirmek ve onlara rehberlik etmek amacıyla bu eseri dönemin Türkçesiyle kaleme almıştır.

Ahlaki prensipler, devlet yönetim, aile ilişkileri, dostluk, sadakat ve adalet gibi konuları ele almaktadır. Eserin yazılış amacını Turgut Özakman’ın ‘’Şu Çılgın Türkler’’ kitabını yazma amacına benzetebiliriz. İki eser de tarihte hoş bir seda olarak kaldılar.

20. yüzyıla kadar Ortadoğu ve daha doğusunda iki meslek pek revaçta ve çok itibarlıydı. Berberlik ve anlatıcılık.

İlki hacamat yapar, iltihap deşer, İslami sünnet merasini tamamlardı. Yani doktorluktu anlayacağınız…

Anlatıcılar ise diyar diyar gezer, kutsal kitaplardaki menkıbeleri ballandıra ballandıra, üzerine kata kata anlatır, bilimsel olmasa da bilgiyi dilden dile yayarlardı.

Yusuf, Siyasetnamesini bu nedenle yüz yüze konuşmalar ve tiyatral ögelerle süsleyerek yazmıştır. Yaşadığı dönemde okur yazar kaç kişi vardı ki?

Mesele yazıların, okuyanın dili ile anlatıcıya nakledilmesi ve anlatıcının da ayak bastığı her yere bilgiyi taşımasıdır.

Yusuf Has Hacip, devlet yöneticilerine birbirine bağlı bulunan fert, cemiyet ve devlet hayatının ideal bir biçimde düzenlenmesinde zaruri olan zihniyet, akıl ve faziletlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edileceği üzerine sanatkarane bir şekilde durmuştur.

Verdiği örnekler bin yıllık Türk töresi ve devlet geleneğine aittir.

Şu vasıflar olmalı kumandanda

Sefere çıkanda, ordu düzende

Savaşta olmalı aslan yüreği

Dövüşünce gerek kaplan bileği

Domuz gibi inatçı, kurt gibi güçlü

Ayı gibi azgın, yaban öküzü öçlü

Hilede kızıl tilki gibi olmalı

Deve buğrası gibi öç, kin sunmalı

Saksağandan daha tetik olmalı

Kaya kuzgunu gibi uzağı seçmeli

Hamiyeti aslanlar gibi yüce

Baykuş gibi uykusuz kalmalı gece

 

Siyasetnamesinde geçen bu manzum kesit, Anadolu’nun çelik kapılarını Türk akıncılarına açan Alparslan’ı, Konstaniyye’nin Haliçteki zincirlerini kıran Fatih Sultan Mehmet Han’ı, Metristepe’den Duatepeye, oradan da Kocatepe’ye Kızılcagün ile Türk’e güneş olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatmıyor mu?

Bin yılın mirası Yusuf Has Hacip’in Siyasetname’si, mesneviyi nazım şeklinde kullanan ilk Türkçe eserdir.

Büyük düşünür 1077’de Kaşgar’da vefat etmiştir. Türbesi de bu şehirdedir.

Yaratan, besleyen ve esirgeyen Tanrının adıyla söze başladım. Okuyana mutluluk versin ve ona yardımcı olsun diye kitabın adını Kutadgu Bilig koydum. İnsanların iki cihan için yardımcısı olsun diye sözümü söyledim. Kitabımı yazdım.

Ruhun şad olsun, Türkün bilgesi!

gençlik. 11a

Türkiye’de genç olmak dedin mi; Dünya’da hiçbir ülkenin gencinde olmayan bir şey vardır Türk gencinde.

Hayal… Finlandiyalı bir genç gibi Dünya’nın ilk yüz üniversitesi arasına girmiş bir üniversitede, o üniversitenin seçkin bir bölümünde okumak…

O bölümün binlerce kitaplık kütüphanesinde araştırma yapmak. Spotify’da dinlediğin bir senfoniyi dersten çıktığın bir ilkbahar akşamında konser salonunda dinleyebilmek hayalini kurabiliyorum mesela.

Buzlar ülkesi İrlanda’dan gelen gençlerin bir aylığına harçlıklarıyla gelebildiği bir tatil köyüne bir haftalık da olsa öğretmen anne babamın maaşıyla gidebilsem, gelsin servis tabakları, gitsin soğuk meşrubatlar…

Fransız Emma gibi mesela… Tek bilet alıp trenle Avrupa’yı gezebilsem.

İngiltere’de British Museum mesela. Manş Tüneliyle Fransa’ya… Champs-Elysees sokakları dar gelir bana. Oradan Almanya’daki Ren Şenlikleri’ne.

Avusturya’da Mozart Evi, Prag’da sonbahar…

Norveçli Johanson.

Sınıfta enflasyonu konuşuyor mudur?

Hayat pahalılığını?

Almak istediği bilgisayarın ne kadar zamlandığını?

Ya da spor dersinde giyeceği ayakkabının çakmasını nereden bulabileceğini?

Soruları genişletebiliriz…

Mesela, İtalyan Giovanni lise çağında bir delikanlı. Yaşadığı iklimde, Fiat 500’üyle ve arkadaşlarıyla ülkesinin tozunu attırıyordur. Kaçırdığı rock konserlerine hayıflanıyordur. Ya biz? Kaçırdığımıza değil, gidecek durumumuzun olmayışına; Fiat 500’e değil, zamlanan dolmuşa hayıflanıyoruz.

Sokakta başı boş dolaşan hayvanlar. Yatırım adı altında yağmalanan ülkesi ve iki cami arasına sıkışmış kocaman bir ‘’Z’’.

‘’Hayaldi, gerçek oldu!’’ denilerek mahvedilen bir gençlik. Yarısı zombi gibi duyarsız ve bitik, diğer yarısı ise hayalini yaban elde arayan gençlik…

münazara. serbest kıyafet

 - Bu ülkede çocuğunun dershane ücretini ödeyemediği için hapishaneye düşen anneler, atanamayan onca öğretmen, 50-60 kişilik sınıflarda okumak zorunda bırakılan öğrenciler varken öncelikli sorun kıyafet serbesti mi olmalı? 


- Türkiye'nin 1995 yılında taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre çocukların kendilerini ilgilendiren konularda söz söyleme hakkı vardır. Bu nedenle de öğrencilere kıyafet dayatması yapılamaz. Fakat yıl 2020 ve biz hala bu konuları tartışıyoruz. 


- Tek tip giysi uygulaması baskıcı otoriter sistemlerin kendilerine hizmet eden insan tipi yetiştirme isteğinin ürünüdür. 89 yıldır bu örtüyle eğitim sistemimizin ulaştığı bir nokta yoktur. 

 

- Öğrencinin ne giydiği değil, ne öğrendiği, bilim ve teknik alanında hangi beceri ve yetenekleri kazandığı önemlidir. 

 

- İlköğretimde kıyafet serbestliği birkaç okulda denenmiş ve bu denemelerden olumlu sonuçlar elde edilmiş. Öğrenciler kendilerini daha rahat hissettiklerini, özgüven kazandıklarını, öğretmenlerine daha saygılı ve derslerine daha ilgili olduklarını söylemişlerdir. 

 

- Şimdi bakanlık işe öğrencilerin kravat takma zorunluluğunu ortadan kaldırarak başlıyor. Öğretmenler kravatın artık bir formaliteye döndüğünü ve kravatların gevşek bırakılarak artık daha saygısız bir görüntü oluştuğunu belirtmişlerdir. 

 

- Üniformanın disiplini sağladığına ilişkin yanlış bir kanı var. Üniforma deyince benim aklıma iki şey geliyor; asker ve polis. Askerlik Türkiye ve dünyada en disiplinli kurum. Fakat askerde disiplini sağlayan, bir kumaş parçası olan üniforma değil oradaki emir-komuta zinciridir. Biz okullarımızda asker değil, kendi geleceğini kendisi kurabilecek, zihni ve vicdanı hür nesiller yetiştirmeye çalışıyoruz. 

 

- Bir çocuğun, ayakkabısı, çantası, cebinde son model dokunmatik cep telefonu var. Bunlar zaten  statü farkını gösterir. 

 

- Öğrencilerin kıyafetlerini tek tipleştirmek, Türkiye'nin geleceğini tek tipleştirmektir. 

 

- Kıyafet serbestisi aile bütçesini zorlayan ekstra bir masraf değildir. Asıl okul üniformaları aile bütçelerini zorlayan ekstra masraflardır. Çünkü zaten herkesin hali hazırda günlük kıyafetleri var. 

 

- Her yerde şartlar aynı değil. Mesela Hakkari'deki bir çocuk, boyunca kar altında okula gidiyor. Ama kıyafet serbest olsaydı giyerdi kar pantolonunu rahatça okula giderdi. 

 

- Okul üniforması ucuz bir şey değil. Düşünün maddi durumu iyi olmayan bir aile ellerindeki tek parayla okul üniforması alıyor. Oysa ki o parayla daha uygun birkaç çeşit kıyafet alabilir.

 

- Yaşamın eşitsizliğini kılık kıyafeti eşitleyerek ortadan kaldıramazsınız. Öğrenci okul kapısından çıktıktan sonra hayatın tüm farklılıklarını yaşamaya devam edecektir. 

 

- Çocuklar herkesin birbirinden farklı olduğunu küçükken öğrensin, şekilcilikten vazgeçsin.


Oldukça heyecanlı geçen münazarada 3.Grup temsilcileri, tek tip kıyafet uygulamasının 1980 darbesi sonrası uygulanmaya başlandığını, darbenin ise bilim ve özgürlük önündeki en büyük engel olduğunu savundu. “Dar Gelirli Veliler Nasıl Bu Yükün Altından Kalkacak?”

4.Grup Başkanı Abdullah Erdoğan, “Serbest Kıyafet” uygulamasının öğrenci, veli, öğretmen üçlüsünü olumsuz etkileyeceğini savunarak, şunları söyledi:


“Serbest kıyafet uygulaması il başlarda masum bir uygulama olarak görülse de olumsuz sonuçları sonradan ortaya çıkmaya başladı. Bu uygulama ile yoksul – zengin öğrenci ayrımı olacak. Yine dar gelirli veliler nasıl bu yükün altından kalkacak? Öğretmenler ise bu tartışmanın ortasında kalacak? Sürekli Avrupa örnek gösteriliyor ama şu bilinmeli ki ülkemiz hala Avrupa standartlarını yakalayamadı. Türkiye’de işçi sınıfının yüzde 45’i asgari ücretli yani açlık sınırında” dedi.



“Tek Tip Uygulaması Hapishanelerde Bile Kalktı”

Tek tip kıyafet uygulamasının hapishanelerden bile kaldırıldığını savunan 3. Grup temsilcileri, Türkiye’nin tek tip kıyafetle yakaladığı başarıyı sorgulaması gerektiği savundular. Avrupa’nın tek tipten vazgeçtiğine dikkat çeken serbestçiler, güvenlik endişelerinin de yersiz olduğunu ve kart yada parmak okutma sistemlerinin getirilebileceği fikrini öne sürdüler. Tek tip kıyafetin kot zihniyet olduğunu dile getiren serbestçiler, ayrıca tek tip insan yetiştirilme zemini olan bu uygulamanın kaldırılması gerektiğini belirttiler. Ben de o siyah önlükler içinde, boynu dilim dilim kesen, kolalı beyaz yakalıklarla okula gidenlerdendim.

İçindekini hiçleştiren, hepimizi aynı tornadan çıkmışçasına “bir”leştiren o üniformaya hapsolmayı hiç sevmedim.

Benim lügatimde “tek tip” demek, “tipsiz” demekti.

Daima “çok tiplilik”i benimsedim.

* * *

Elbette işin felsefesindeki sosyal adalet duygusunu anlıyorum.

Önlüğün yıllar yılı fakir ile zengini eşit göstermekte, çocukların komplekse kapılmasını önlemekte kullanıldığını biliyorum.

Bu çabayı önemsiyorum.

Ama hepimizin gönülsüz içine tıkıldığı o kara formaların, yoksulluğu kamufle etmeye yetmediğini de hatırlıyorum.

Üstüne kaç önlük dikersen dik, fukaralık, pantolonundaki yamadan, üç numara saç tıraşından, kenarları kıvrık metot defterinden ele verir kendini; götürür sınıfın en arka sırasına oturtur seni...

Sabah ekmeği dağıtıp gelmiştir, evde yeterince beslenememiştir ya da babasından dayak yemiştir; o yüzden çabuk kirlenir yoksul çocuklarının kolalı yakaları; silgileri kokmaz, önlüklerinden sökük, pabuçlarından delik, karnelerinden kırık eksik olmaz.

Demem o ki, ne kadar tek formaya hapsetsen de fukaralık, bir yolunu bulur, söyler ailenin gelirini...

Tersinden bakarsanız, sosyal adalet fikriyle giydirilen üniformanın, özünde sınıfsal farklılıkları gizleyen, hatta göz ardı ettiren bir kara battaniyeye dönüştüğü de söylenebilir.

Asıl amaç, yoksulluğu önlükle örtmek yerine, sosyal politikalarla tarihe gömmek olmalıdır.

* * *

“Okullarda kıyafet serbest!” haberini, kara önlükle büyümüş çocuklar adına sevinçle karşılıyorum.

Gösteriş merakı, marka işgali, kıskançlık hali, aşağılanma ihtimali...

Bunlar sınıflarda fiilen zaten vardı. “Bir sınıfın, diğer sınıflar üzerinde tahakkümü” görünür haldeydi. Bazı öğrenci okula beş durak öteden yürüyerek, bazısı makam arabasından inerek geliyordu. Kimisi çantasıyla, kimisi zuladaki cep telefonuyla hava atıyordu.

Herkesi tek tip giydirerek “eşitlik hissi” vermeye çalışmaktansa, çocuklara hayatta kıyafetin değil fikriyatın önemli olduğunu anlatmak ve sınıfta onlara gerçekten eşit davranmak daha önemlidir.

* * *

Eleştirilerime gelince:

Başbakan’ın “Herkes, gücü neye yetiyorsa onu giydirsin” demesi, bahsettiğim sosyal adalet fikrine ve sosyal politikalar meselesine hiç aldırmadığını gösteriyor.

İslamcı basındaki “Yetmez ama evet” yaklaşımı ise, serbest kıyafetin peşinden başörtüsü serbestisi talebinin geleceğini belgeliyor.

Zaten bence, asıl mesele, serbest kıyafete değil, hükümete güvensizlikte:

“Dindar nesil yaratacağız” şiarıyla yola çıkan bir hükümet, “Okulda inkılaplara uygun tek tip forma mecburiyeti kalksın” deyince “Tamam, şimdi türban taktıracaklar” kaygısının yaşanması doğal.

Türban mücadelesi ayrı yapılır.

Ama ben, “Başörtüsü taktıracaklar” korkusuyla önlüğe taraftar olmayacağım gibi, “Önlük yasağı kalkacak” diye de üniversite öncesinde başörtüsünü savunmam.

Pozisyonum başlıktaki gibidir:

Okulda serbest kıyafete evet, türbana hayır!


hazırlık/a Dünya Barışı

 18 Ocak 2013

Bugün çok mutluyum. Takdir aldım. Sınıf öğretmenim günlük yazmam için bu defteri hediye etti. Okul müdürümüz yaptığı konuşmada milletimizin tüm milletlerden üstün olduğunu söyledi. Hepimiz alkışladık.

1 Şubat 2013

Biraz kendimden bahsedeyim. 11 yaşındayım. 6 kardeşiz. Aslında 4 kardeşiz ama annem 2 ineğimizi evladı gibi seviyor. İki ablam var. İkisi de Başkent’te yaşıyor. Büyüğü doktor, ortanca ablam ise öğretmen. Bir de 5 yaşında, okul görmemiş kız kardeşim var. Köyde patates ve soğan ekiyoruz.

16 Mart 2013

Babam haber izlerken gözüm takıldı. Başkent yakınlarındaki bir üniversitede olaylar çıkmış. Polisler öğrencileri tutukluyordu. Babam çok üzüldü. Gizlice gözlerini siliyordu.

3 Mayıs 2013

Bugün çok üzgünüm. İneğimizin biri gece çalınmış. Babam az önce küfrederek eve geldi. Bu sıralar köyde herkesin ineği çalınıyormuş.

30 Mayıs 2013

Yaz tatili yaklaşıyor. Sanırım Başkent’e, doktor olan ablama yollayacaklar beni. Mutlu olmam gerekiyor ama hiç mutlu değilim. Neden mi? Öğretmenimiz artık kızların okula gelmemelerini istedi. Bence bu iş, birkaç gündür sokaklarda dolaşan tanımadığım sakallı adamların işi.

2 Eylül 2013

Sevgili günlük, sana uzun zamandır yazamadım. Hiçbir şey artık önceki günler gibi değil. Daha önce bahsettiğim sakallı adamlar, artık her yerde. Galiba okullar hiç açılmayacak.

20 Ekim 2013

Babam sabah kardeşim ve beni bağıra çağıra uyandırdı. Sanırım bir yere gidiyoruz. Bavullar, çantalar, torbalar, erzaklar… Elimizden tutan annem ve traktörün üstünde bekleyen babam…

22 Ekim 2013

Arkadaşım günlük, anlatsam inanmazsın. Babamın traktörüyle, 4 aile ve onca eşya, sınırdan geçtik. Reyhanlı’ymış burası. Ülkemizdeki olaylardan kaçtık. Komşumuz Türkiye, kapılarını biz ve bizim gibi onca Suriyeli’ye açtı.

20 Şubat 2014

Kilis’e yerleştik. Misafirhane denilen çadırdayız. Bizimle El-Baha köyünden gelen bir aileyle birlikte kalıyoruz. Yemekler güzel. Ama okula gidemiyorum.

1 Temmuz 2014

Bugün öğretmen olan ablam eniştemle birlikte sınırı geçip yanımıza geldi. Ona sımsıkı sarıldım. Keşke sarılmasaydım, keşke gelmeseydi. Şam’da hastaneye atılan bir bomba sonucu doktor olan ablamın öldüğü haberini getirdi.

20 Eylül 2014

Yaklaşık 1 yıl aradan sonra yeniden okula gittim. Sanırım Türk çocuklar bizi hiç sevmiyor. Hastaymışız gibi bizden uzak duruyorlar. Öğretmenler iyi kalpli ama anlattıklarından hiçbir şey anlamıyorum.

3 Ocak 2015

Bugün misafirhane çadırlarında yangın çıktı. Kardeşimi kaybettik. Annemin her tarafı yandı. Allahım’a annemi kurtarsın diye etmediğim dua kalmadı. Çadırdan kurtarabildiğimiz şeyler yalnızca kardeşimin oyuncak kamyonu ile benim okul çantam oldu.

7 Mart 2015

Duanın bir işe yaramadığını anladım. Annemi yabancı bir ülkede, yabancı bir toprağa defnettik. Babamla baş başa kaldık. Sanırım İstanbul’a gideceğiz. Babamın amcaoğlu orada bir iş tutmuş. Babamı da çağırdı. Bu arada bir soru aklımı çok kurcalıyor. Ülkemizi karıştıran bu adamlar, Suriye’ye Türkiye üzerinden girmişler, o halde biz niye Türkiye’deyiz?

8 Nisan 2016

Merhaba günlük. Artık sana Türkçe yazıyorum. Yeni bir dil öğrendim ama yeni bir insan değilim.

16 Temmuz 2016

Bizim ülke gibi Türkiye’de bir anda karıştı. Sanırım anlayacak yaşta değilim. Zaten insanların birbirini neden öldürdüğünü 100 yaşıma gelsem de anlayamam.

20 Ocak 2020

Şansa bak ya! 4 yıldır ayrı olduğum günlüğümü eski okul çantamda buldum. Okul çantamı bulduğuma daha çok sevindim. Bana annemi hatırlattı. Sımsıkı sarıldım ama annem gibi kokmuyordu.

22 Ocak 2020

Sana yazdıklarımı tekrar okudum. Acaba seni yaksam, geçmişe dönebilir miyim? 7 yıldır ülkemi yakıyorlar, insanımı yakıyorlar ama hiçbir şey değişmiyor.

27 Şubat 2020

Saat 23.00. Uyku tutmuyor. Yazdığım ve yazamadığım ne kadar çok şey yaşamışız. Türk askerleri doğduğum şehirde şehit edilmiş. Ne garip be günlük! Biz Suriyeliler Türkiye’deyiz. Türk askeri ise bizim ülkemizde. Barış diye savaş başlatan, insanlık diye cinayet işleyen bu akla lanet olsun.

28 Şubat 2020

Babam çalıştığı tekstil atölyesinden koşarak geldi. Hazırlanmamı söyledi. 7 yıldır sürekli hazırlanıyorum. Türk Devleti sınırı açmış. Yunan tarafına geçecekmişiz. İkimiz için iki yüz ellişer lira vererek Edirne sınırına gidecek otobüsten yer ayarlamış.

1 Mart 2020

Sevgili günlük, Edirne sınırındayız. Kapıda Pazarkule yazıyor. Yunanistan’a geçince Yunan vatandaşı olup kurtulacakmışız. Burada binlerce insan var. Annemden sonra artık dua etmiyorum. Umarım şansımız yaver gider.

4 Mart 2020

Günlük, gözyaşlarımı bağışla. Artık dünyada yapayalnızım. Babam, Meriç Nehri’ni geçerken boğuldu. Aklıma bu günlüğü aldığım gün geldi. Müdürümüz ne üstün bir millet olduğumuzu anlatmıştı. Ne çok alkışlamıştık.

Şu an bir Türk köylüsünün evindeyiz. Bana sahip çıktılar. Yaşıtım Mehmet, beni hiç yalnız bırakmıyor.

Mesele ne Arap, ne Türk olmakta. Mesele ne Yunan, ne de Alman olmakta…

Nispeten bu genç yaşımda anladım ki mesele insan olmak ve insani değerleri yitirmemekte.

Kitaplar ve notlar 2020

 Maksim Gorki – Benim Üniversitelerim 


‘’Bulutlara bak!’’ dedi. ‘’Ateş gibi kıpkırmızı!’’ 

Oysa altın renkli küçük bir bulutun dışında, gök açıktı. Sayfa 79

‘’Bir kez ben ‘Tanrı’nın görüntüsünde ve onun benzeri’ olarak yaratılmadım. Böyle bir şey yok. Erdem? Böyle bir şey bilmiyorum. Güç? Hiçbir şey yapamam. İyilik? Ben iyi de değilim. Hayır, değilim! İkinci olarak, ya Tanrı yaşamın bana ne denli kötü davrandığını bilmiyor ya da biliyor da bana yardım etmek için bir şey yapmıyor. Ya da yardım edebilir ama etmek istemiyor. Üçüncü olarak; Tanrı hiç de her şeyi bilen, her şeyi yapabilen, merhametli biri değil. Çünkü Tanrı diye bir şey yoktur. Uydurmadır bu, tamamen uydurma. Yaşamımız da uydurma ama beni kandıramazlar!...’’ Sayfa 89 

‘’Beni engelleyen başka ne var ki? Ne var? Aşağı yukarı yirmi yıldır ona inandım, onun korkusuyla yaşadım. Dişimi sıktım, çünkü soru sormak yasaklanmıştı. Her şey yukarıdan duyuruluyordu. Ömrümü, elim kolum bağlı geçirdim. Sonra İncil’i dikkatle okudum… Ve bütün bunların uydurma olduğunu gördüm. Hepsi uydurma, Nikita!’’ Sayfa 91

Yakın arkadaşım yoktu. Bana ‘’işlenecek bir hammadde’’ gözüyle bakan insanlara yaklaşamıyordum. Onlar da hiçbir yakınlık göstermiyorlardı. Onları ilgilendiren özel konuların dışında bir şeyden ne zaman söz etsem, kısaca:

‘’Bırak bunları!’’ diye öğütte bulunuyorlardı. Sayfa 93

‘’Görünmez iplik insanların yüreklerinde, kemiklerindedir. İstersen onu koparıp atmayı dene! Onu kökünden koparıp atmayı bir dene! Çar, halk için Tanrı gibidir. 

‘’Bana kalırsa, içinde bir sürü gereksiz şey var. Sözgelimi, dilenciler için olanı: Yoksullar, mutludurlar. Neresi mutluymuş onların? Boşuna söylenmiş bir söz bu. Doğrusunu istersen, yoksullar konusunda açık olmayan bir yığın şey var. Bunları ayırt etmek gerek. Yoksulla yoksullaşmış olanı birbirinden ayırmak gerek. Eğer bir adam yoksulsa, ne işe yarar? Ama yoksullaşmışsa, belki de talihsizdir. İşte böyle bakılmalı. Bu, daha iyi bir yol.’’ Sayfa 96

‘’Kötülük öyle arttırılmalı ki, insanlar her yede ondan bıksın. Yeryüzündeki her ruh, şu Allah’ın belası sonbahardan nefret ettiği kadar ondan da nefret etsin!’’ Sayfa 105

‘’Sessiz insanlar, en çok da dindarlar… İşte bunlar korkulacak kişilerdir. Kabadayıların akıllarından ne geçtiğini anlayabilirsiniz. Böylece de tam zamanında saklanabilirsiniz. Ama sessizler, otların arasındaki bir yılan gibi sessizce ve sinsice arkanızdan gelirler; siz daha ne olduğunu anlamaya kalmadan, tam yüreğinizden sokuverirler. İşte ben, bu tip insanlardan korkarım. Sessiz ve kendi halinde olanlardan…’’ Sayfa 106

‘’Aslında, zamanı gelince hepimiz öleceğiz.’’ Diye söylendi. ‘’İnsanların aptalca bir geleneği, bu. Evet, işte böyle. Yakov… O öldü. Burada da bir bakırcı vardı. O da gitti. Geçen pazar, jandarmalar götürdüler onu.’’ 108

‘’Yaşam… Tanrı belasını versin! Yaşa, çalış, didin ve eline hiçbir şey geçmesin. Ne beden ne de ruh için…’’ 

‘’Ne Tanrı, ne de çar, onları yadsımamızla düzelmeyecek. Önemli olan, insanların kendilerine kızıp sürdürdükleri bu kokuşmuş yaşayışa ‘hayır’ demeleri. İşte bütün sorun burada.’’ 

‘’Sözlerime dikkat et. İnsanların bir gün canına tak diyecek. Öfkeye kapılıp her şeyi parçalayacaklar. O kokuşmuş çöpleri yıkıp atacaklar. Milletin sabrı tükenecek bir gün.’’ 109

‘’İşleri aceleye getirme, Mihayil Antonovic.’’ Dedi. ‘’İyi bir iş, asla çabuk olmaz. Yavaş yavaş yapmalısın.’’

‘’Öğretilen ve öğrenilen her şey, insandan gelir. İnsanların size öğrettiği şeyler, kitaptan öğrenilenlerden daha acıdır. İnsanların öğretiş biçimi kabadır. Ama bu biçimde öğrendiğimiz şeyler, daha köklüdürler.’’ 122

‘’Ezilmemek için yaşamayı öğren.’’ 

‘’Hepsi iyi kitaplar! Örneğin bu; çok az bulunan bir kitaptır. Sansürce yakılması buyurdu. Devletin ne olduğunu öğrenmek istiyorsan, bunu oku.’’ 123

Birçok bakımdan birbirimize benziyorduk, benzerliklere dayanan dostluklar, kısa ömürlü olur.’’ 

İntihar etmeye kalkıştıktan sonra, kendimi küçük görmeye başlamıştım. Bomboş, değersiz bir yaratık olduğum duygusuna kapılmıştım. Suçluluk duygusu beni eziyordu, yaşamaktan utanıyordum. 124

‘’Öyle kötü ve haindi ki, vali bile makamını, işini gücünü bırakıp onu görmeye geldi. ‘Bayan!’ dedi. ‘Ayağınızı denk almanızı salık veririm. Çünkü hainliğiniz konusundaki söylentiler, ta St. Petersburg’a dek ulaştı.’ Elbette kadın, valiye bir bardak şarap sundu ve ‘Evinize huzur içinde dönün.’ dedi. ‘Ben huyumu değiştiremem!’ Aradan üç yıl bir ay geçti. Kadın birden bütün köylüleri bir araya topladı. ‘Alın!’ dedi. ‘Bütün topraklarım sizindir. Allah’a ısmarladık. Beni bağışlayın. Ben…’’

‘’Manastıra gidiyorum.’’ Diye tamamladı Hohol. 

Kukuşkin, şaşkınlıkla ona bakıp başını salladı. 

‘’Doğru. Başrahibe oldu. Demek sen de işittin?’’ 135

‘’Bir şeyler öğreneceğim! Her tür kitap okuyacağım, sonra her ırmağı izleyeceğim, gördüğüm her şeyi anlayacağım! Başkalarına öğreteceğim! Evet öğreteceğim, insanın içini açabilmesi güzel bir şey, kardeşim! Hatta kadınlar bile… Kimileri yürekten konuşunca anlıyorlar.’’ 144

‘’Kibar bir insan bana kötü davrandığında, buna katlanabiliyorum. Bir beyefendi, önemli bir insandır. Benim asla öğrenemeyeceğim şeyleri bilir o. Ama benden farksız olan köylüler… Onlar benimle alay edince, nasıl dayanabilirim? Aramızda ne var? Onlar paralarını rublelerle hesaplıyorlar, bense kapiklerle, bütün fark bu işte.’’ 153

‘’Bana hırsız diyorlar. Doğru, çalıyorum. Ama herkes soygunculuk yaparak geçinmiyor mu? Herkes elinden geldiğince karşısındakini sömürmüyor mu? Tanrı bizi terk etmiş. Şeytan da almış başını gidiyor.’’ 154

‘’Hepimizi işte böyle haklayacaklar!’’ dedi. ‘’Tanrı gökyüzünde oturuyor ama öylesine aptal ki…’’ 163

‘’Yaşam… Çok basit: Eğer üstteysen, sen yönetirsin. Yoksa yönetilirsin.’’ 184 





Grigory Petrov – Beyaz Zambaklar Ülkesinde / Kısa ve En Önemli Olabilecek Notlar

Yeni nesillere artık eskimiş, gerçekten zamanı geçmiş yönetim tarzları zorla uygulanamaz. Yeni nesillere daha yeni, daha akla uygun, daha adaletli, daha sağlam temellere dayanan yönetim tarzlarının uygulanması gerekir. Aklı başında yöneticilere sahip ülkelerde, artık bu işler böyle yapılmıyor. Bu memleketlerde, sarsıntı ve yıkıntılara meydan vermeden, halkın yönetimi için daha çok bilgi ve düşünce isteyen, daha adaletli yollara başvuruluyor.

Kimi ülkelerdeyse devlet adamları, halkın yönetim ve eğitiminin yavaş yavaş düzeltilmesi gerektiğini anlamıyor veya anlamak istemiyor. 8

Carlyl’a göre; millet ve cansız bir kil tabakası gibidir. Eğer bir sanatçının eline geçmezse, sonsuza kadar şekilsiz ve hareketsiz kalır. Kısacası Carlyl’ın fikrine göre, milletlerin ve hatta bütün insalığın tarihini yapanlar, manen kuvvetli olanlar, zeka ve yetenek sahibi bireylerdir.

Kahraman, halkı heyecanlandırır ve alevlendirir. Fakat onu milletinden aldığı ateş ve heyecanla yakar. 

Finler, kendilerine ‘’Suom’’ ve çok sevdikleri ülkelerine de ‘’bataklık arazi’’ anlamına gelen ‘’Suomi’’ derler.

Finlerin sahip olduğu büyük kültür ve medeniyet, sadece millet fertlerinin çalışmalarının bir ürünüdür.

* Millet sizi iyi bir öğrenim gördükten sonra, bir maaşa konasınız, akşamları kahvelerde iskambil veya domino masasının başına geçip eğlenesiniz diye okutmamıştır. 

* Tüm bunlardan halkı suçlamak mümkün müdür? Dinden halka, kim, nerede, ne zaman ve nasıl söz etmiştir?... Şimdi ise, büyük yortularda bile kiliseler bir çöl kadar ıssız!

* Veba, kolera mikropları gözle görülemez. Ama bunlar çok küçük olsalar da bütün bir ülkeyi kırıp geçirir. 

* Şehirlerdeki evlerde çoğunlukla oturularak geçirilen bir yaşam, sağlığı bozar, kasları gevşetir. Kanı zehirler, insanları tembelleştirir. 

* Suç gençlerde değil, sizde! Siz gençleri nasıl eğitirseniz, onlar da öyle yetişir. Gençlere ne terbiye verdiniz? 

* Anne babalar, çocuklarının ruhunu etkileyecek sözleri bilmezlerdi ki söylesinler. Onların kalıplaşmış ve sıradan öğütleri çocuğun ince ruhunda bir etki yapmazdı. 

Lev Tolstoy şöyle demiş: ‘’Herkes, hayatında sadece refaha kavuşmak ister ama hiç kimse hayatı yükseltmek için gayret göstermez ve çalışarak hayatını daha iyi bir şekilde ayarlama ihtiyacını duymaz.’’ 

* Eğer gençliğin ruhunu, ekilmeyen bir tarla gibi kendi haline bırakırsanız, orada ısırgan ve diken yetişir. 

* Talihsiz millet! Hem soyulur hem de birbirini soyar. Tanrı sevgisi için ulu mabetler yapar, sonra bu binaların önündeki meydanlıkta binlerce insanı diri diri yakar. Bir kısmı da Tanrı yolunda ölür. 

* İçimden de, Ey Tanrı’m, beni niçin yakalattırmıyorsun diye isyan ediyordum, yakalanmayınca daha çok kızıyor, gökyüzüne bakıp demek ki orası da boş, yeryüzü de yalan, gök de yalan, diyordum.

* Biri, soğuk bir karanlık ve bilgisizlik içinde ölmüş, diğeri güneş ışınlarıyla parlak bir bahar hayatı yaşamaya çağrılmıştır. – Haydut Karokep

* İnsanlık her zaman koca bir çocuğa benzer. İnsanlar kendi aralarındaki anlaşmazlıkları hep kavga ve gürültüyle çözerler. İyi fikirlerini bile eli sopalı savunmak isterler. – Yarvinen’in ilhamı olan konferanstan 

* Ben kurabiye satarım ama niçin kendi sanatımda, kendi işimde Robinson olmayayım? Bu işi o dereceye vardırabilirim ki, ballı ve tatlı kurabiyeler, bu ülkede yalnız zenginlere özgü bir lüks olmaktan çıkar, fakirler de bunları kolayca elde eder.’’

* Sanırım, yeryüzündeki ulusların çoğu henüz yamyamlıktan kurtulamamıştır. Yalnız, şimdiki yamyamlık eskisi gibi değil. Başkalarının topraklarını zorla alan komutanlardan, niçin bu kadar büyük bir saygıyla söz edildiğini anlayamıyorum. Büyük İskender, Anibal, Sezar, Napolyon ve daha bunlar gibi binlerce komutan, yabancıların topraklarını yağma etmekten başka ne yapmıştır? 

* Milletin bu katlanma gücünden aşk ve heyecanla söz edilir. Milletin sabırla dayanması, bir din derecesine yükseltilir. Zaten Hristiyanlığını sabır ve dayanma dinine çevirmemişler midir? Sayfa 80

* Memleket halkının en kalabalık ve asıl kesiminin kültürden yoksun bırakılması, bir cinayettir. Bu, devletin kendi kendini yıkması, yağma etmesi demektir. 

Sayfa 88, Dante – Cehennem. / Sayfa 91 – Çocuklara vurulan iğneler.

‘’Sen, ne Sezar’dın ne Napolyon’dun. Bir karış toprak işgal etmedin. Bir damla kan dökmedin. Fakat yurdumuza binlerce yeni, sağlam, güçlü ve çalışkan el kazandırdın.

Milletin sağlığı için çalışıp didinen büyük kahramanın adı, sonsuzluğa kadar övülsün!’’ 




Lev Tolstoy – Savaş ve Barış Cilt II

Napolyon, Borodino Savaşı’nı başlatırken, Kutuzov da karşılık verirken şuursuzca ve mantıksızca hareket etmişlerdi. Ama tarihçiler, hepsi gerçekleşen olaylarda hiçbir irade sahibi olmayan generallerin en köle ve en iradesiz iki temsilcisinin öngörülü ve dahi olduklarını kanıtlayabilmek için gerçeklerin üzerini sinsice örttüler. Antikler bize, hikayenin tüm ilgi çekici tarafını kahramanların oluşturduğu kahramanlık şiiri örnekleri bıraktılar ve biz, bu tarzda yazılan bir tarihin bizim dönemimiz için anlamsız olduğu gerçeğine hala kendimizi alıştıramadık. 221 sonu – 222 başı 

‘’Evet, evet, işte onlar, beni heyecanlandıran, aklımı başından alan ve bana azap veren o aldatıcı görüntüler,’’ diyordu. ‘’İşte onlar, gözüme bir zamanlar güzel ve gizemli görünen o acemice boyanmış şekiller. Ün, topluma faydalı olmak, bir kadını sevmek, hatta vatan; bu resimler bana ne kadar önemli, ne kadar derin anlamlar taşıyor gibi gelmişti! Oysa benim için ağardığını hissettiğim günün soğuk, beyaz ışığında o kadar sıradan, solgun ve bayağılar ki.’’ 

Prens Andrey’in hayatının üç büyük acısıydı bunlar: bir kadına duyduğu aşk, babasının ölümü ve Fransızların Rusya’nın yarısını işgal etmeleri.  Sayfa 243 ve devamı. 

‘’Savaşı, onu kazanmaya kararlı olanlar kazanır. Biz Austerlitz’de neden kaybettik? Kayıplarımız Fransızlarla aşağı yukarı eşitti ama savaşı kaybettiğimizi çok erken kabullendik ve kaybettik. Bunu kabullenmemizin nedeni orada uğrunda savaşacak bir şeyimizin olmamasıydı: Savaş meydanından bir an önce uzaklaşmak istiyorduk… Yarın bizi ne bekliyor? Bizim askerlerin ya da onların askerlerinin kaçıp kaçmamasına hangi adamın öleceğine bağlı olan, o anda belirlenecek yüz milyonlarca farklı ihtimal; şu anda yapılan her şey oyun, eğlence. Mevzileri birlikte dolaştığın insanlar işlerin ilerleyişine katkıda bulunmak şöyle dursun, ona engel oluyorlar. Sadece kendi küçük çıkarlarıyla ilgileniyorlar.’’ Sayfa 248 


sayfa 251 ve devamı. Prens Andrey unutulmayacak bir karakter. ‘’Savaşın amacı öldürmektir, savaşın araçları casusluk, ihanet ve ihanetin teşvik edilmesi, halkın malının mülkünün yağmalanması, halkın soyulması ya da ordunun yiyecek ihtiyacı için ürünlerinin çalınmasıdır, savaş kurnazlığı denilen yalan ve aldatmacadır; askerlik dünyasının gelenekleri özgürlüğün olmaması, yani disiplin; aylaklık, cehalet, gaddarlık, sefahat ve sarhoşluktur. En büyük ödül en çok insanı öldürene verilir…’’ 


Cumhuriyet 2021

 

25 Ekim 2021:
   Cumhuriyet Bayramı’na 4 gün kalmış.

Babam geçen seneki bayramda ‘’Cumhuriyet ile insanın insana kul olması kalkmış, el etek öpme devri kapandı.’’ demişti. Kafamı kaldırdım, kocaman ekranda kendinden yaşça küçük adamlara eğilen koca koca adamcıklar gördüm. Üzüldüm.

   Dört beş ay önceydi. Uzaktan eğitim sürecinde tarih dersinde öğretmenimiz Mezopotamya uygarlığı olan Sümerler’i anlatırken Atatürk’ün, askerimize sağlam postal giydirmek amacıyla kurdurttuğu ve Türk milletini baştan aşağı kaliteli ve ucuza giydiren kuruluşa Sümerbank adını verdiğini anlatmıştı. İnternette araştırayım dedim, Yeni Cumhuriyet’in kurduğu kurumlardan bugüne hiçbir şey kalmamış. Özelleştirme adı altında birçok güzide kurum Kurtuluş Savaşı’yla ülkemizden çıkarttığımız yabancılara satılmıştı. Bazı kuruluşlar ise kötü yöneticilerin atanması nedeniyle batırılmıştı. İnanamadım.

   Bir ay kadar önce aşı olmak için hastaneye gittiğimde hastane girişindeki panolarda Cumhuriyet Türkiyesi’nin, kuruluşundan itibaren bulaşıcı hastalıklarla mücadele ettiğini, sıtma, kolera, dizanteri ve tifo gibi birçok hastalığın artık ülkemizde görülmediğini okudum.

Dönemin Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam öncülüğünde kurulan Hıfzıssıhha Enstitüleri ile kendi aşısını üreterek hatta bu aşıları ihtiyaç duyan ülkelere göndererek insanlığa yaptığı katkıları öğrendim. Sonra Alman aşımı olarak hastaneden çıktım. Akşam haberlerde göçmenlerin ülkemize yıllardır görülmeyen bulaşıcı hastalıklar taşıdığını gördüm. Şaşırmalıydım, şaşırmadım.

  Geçen pazar köyde dedemleri ziyaretteydik. Dedem kahvaltıda büyük dedemden yani babasından bahsetti. Büyük dedem köy enstitüsü mezunuymuş. Cumhuriyetimiz eşit yurttaşlığa dayalı bilimsel, laik, kaliteli ve parasız eğitim hizmetini herkese ulaştırmak için bu okulları kurmuş; bu okullarda fikri hür vicdanı hür nesiller yetiştirmeyi amaçlamıştı. Dedemle keyifli ve bilgi dolu bir sohbet ettik.

Bir gün sonra test kitaplarına epey para ödedim. Okul çıkışı dershane taksitini yatırdım. Özel derse yetişmek için adımlarımı sıklaştırdım. Yoruldum.

Bugün cumhuriyetimizin 98. yıl dönümündeyiz. Türk milleti çatısı altında laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olmak, bugün en büyük hayalimiz.

Yaşasın Cumhuriyet diyeceğim ama… Benim dememle olmuyor. Emanete sadık olmak, aklı ve bilimi rehber olarak görmekle mümkün oluyor.

Yine de milyonlarca kez, Yaşasın Cumhuriyet! 

 

Hoşgörü

13.yüzyılda Anadolu… Taşın, toprağın, ağacın ve yeşilin cayır cayır yandığı zamanlar.

İlhanlı Moğolları, din ve dil ayrımı yapmaksızın ‘’aman’’ diyene kıyıyor, sakalı ağarmış dededen kundaktaki bebeğe kadar herkese kılıç çekiyordu. Selçuklular, Anadolu’yu savunamaz durumdaydı.

Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’yu yurt edinmiş Şaman’ı ve İslam ile az çok tanışmış olan Türkler’i sahipsiz ve yalnız bırakmıştı. Dün birbirini düşman bilen halklar, bugün hoşgörü çatısı altında toplanıyordu.

Mevlana, Şemsi Tebrizi, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre gibi hoşgörünün mimarları işte bu tarihte, bu değerli toprakları, mütevazı sevgileriyle birleştirdiler.

Yunus Emre, 800 yıl önce ne söylediyse, bugün bu topraklarda da aynı sözler söyleniyor. Divanı ile mühürlediği sözler bugün yâre yâr ve adı gibi bizlere de yoldaş oluyor. (Emre, Farsçada ‘’yoldaş’’ anlamına gelmektedir.)

13.yüzyılda Anadolu’da matbaa yoktu, kağıt ve mürekkep ise ulaşılamazdı. İnsanların, inandıkları kitaba ulaşmaları imkansızdı. El yazması olan Tevrat, İncil ve Kur’an ya beyde, ya ağada, ya da paşada bulunurdu.

Bir toprakta devlet varsa, din güçlüdür, devlet yoksa devleti bulamayan halk sığınacak kapı arar. İşte o zaman tarikatlar ve tasavvuf güçlenir.

Birçok kutsal ve mitolojik eser, şu cümle ile başlar: ‘’Başlangıçta sadece söz vardı.’’

Anadolu erenleri, 12.yüzyıldan itibaren ellerinde Kur’an, yanlarında Hadis kaynağı olmadan, yüreklerinde imanla İslam’ın aydınlığını, güneş gibi adım attıkları her yere dillerindeki söz ile taşıdılar. Çünkü kıymetli olan sözdü. O söz ki: ‘’Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede.’’ idi. Yunus Emre’nin bir çınar ağacından daha uzun süredir yaşayan ve nice çınarları da yaşlandıracak olan bu sözü, söylenen söz kadar söyleniş biçiminin de önemini kısa bir dörtlük ile en doğru şekilde anlamlandırır. ‘’Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.’’ demez mi büyüklerimiz? Türkçü-toplumcu yazarımız Ömer Seyfettin’in ‘’Pembe İncili Kaftan’’ isimli öyküsü Yunus Emre’nin bu dörtlüğüne ispat değil midir? Bu kitapta kahramanımız Muhsin Çelebi, hem ülkesinin itibarını korumak hem de kellesini Şah İsmail’in kılıcından kurtarmak için sözü diline süs yapmış, servetini harcadığı pembe incili kaftanını hükümdarın huzuruna bırakmış ve başı dik bir şekilde Sadabat Sarayı’ndan ayrılmıştır.

Bana kalsa Dünya, sevgiyle kurtulacaktır. Tanrı’nın ‘’yarattım’’ sözüyle başlayan hayat, eleştiri bile olsa, uygun bir şekilde söylenecek söz ile şu kısa ömrümüz bütün güzelliğiyle sürecektir.

Hani evimizde, annemizin çok kıymet verdiği, büyükannemizden kalan bir vazo vardır ya, onun istemeden de olsa kırıldığını düşünün. Birçok yapıştırıcı onu yapıştırır, ama hiçbir yapıştırıcı onu eski haline getiremez.

Kalp, o vazodur işte. Uygunsuz bir çift söz, sizin için atan bir yüreği bin parçaya bölebilir ve artık hiçbir şey o vazoyu eskisi gibi yapamaz.

İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan sözdür, ama insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür.

24 KASIM 2019

Gezegenimiz, oldukça basit bir yapıya sahipmiş gibi gözükse de işin aslı böyle değildir. Evrenin çok küçük bir kısmını kaplayan insanların tarihi ise, tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük sırlarla doludur.

Nereden geldiğimizi hep merak ederiz. Kutsal olarak kabul ettiğimiz kaynaklar ilk insandan bahsederken, bilimsel kaynaklar bizlere evrimden söz eder. Bilimsel olanı doğru kabul etmek bizlere daha uygun gelir, çünkü bilimsel açıklamalar mantığa dayalıdır. Fakat düşünmeyen bir toplumda, insanlarımızın içine incelikle işlenmiş olan korku, bizlere doğduğumuz andan itibaren dayatılan yargıların öne çıkması sağlar.

Halbuki, aklımıza yatmayan her şeyden hızla uzaklaşırız. Bizim gibi düşünmedikleri için insanları yargılarız. Araştırırız, sorgularız, doğru bulduğumuz düşünceleri, sırf doğru olduğunu düşündüğümüz için insanlara yaymaya çalışırız.

Kitap okuyan insanları, ne okuduklarını bile bilmeden takdir ederiz. Çünkü toplumuzdaki birçok kişiye göre önemli olan şey kitap okumuş olmamızdır. Bu işin doğrusu ise, herhangi bir sosyal medya uygulamasında paylaşacağımız, ünlü bir markadan temin etmiş olduğumuz kahve ile tek bir sayfasına bile elimizi sürmeyeceğimiz çok satanlar listesinde bulunan bir kitabın fotoğrafından ibarettir. Kitabı okusak bile -ki bunun mümkün olma olasılığı oldukça azdır- yalnızca arkadaş ortamında ‘’Ben bu kitabı okudum, çok beğendim.’’ Demek için okuruz. Kitapta bahsedilen konu üzerine kafa yormaya ihtiyacımız yoktur, çünkü biz zaten her şeyi biliriz, en harika olanı da kendimiz olarak görürüz!

Ünlü Antik Yunan filozofu Platon, ‘’Kişinin kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür.’’ der.

 İnsanlarımız yıllar boyunca daha iyi uyutulmak ve ileride köle olarak kullanılmak için ezberci bir sistemin kurbanı olduklarından dolayı, düşünme yetilerini kaybetmiş olarak yaşarlar. Anlatılan her şeye çabucak inanırlar. Düşünmezler, çünkü hazıra alışmışlardır. Çoğumuz, bir kitap ya da bir makale üzerine kafa yormak  ve yeni bir dil öğrenmeye çalışarak kendimizi fethetmekten ziyade, propaganda yapmaktan ibaret olan ‘’fetih’’ dizilerini izleyerek uyutulmayı tercih ederiz. Yeni şeyler öğrenip de yıllar boyunca beynimize kazımış olduğumuz klişelerden kurtulmaktan korkarız, bunun nedeni olarak da toplum baskısını öne süreriz. ’’Yaşadığımız olaylardan ders çıkarmalıyız.’’ deriz herkese, fakat geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkarmayı geçtim, bir çay ya da üzümlü kek uğruna hepsini unuturuz. Hiçbirimiz dürüst olmayı, kendimiz gibi davranmayı seçmeyiz, işimize gelmez çünkü.

 

Sürekli eğitim sistemimizin ne kadar kötü olduğundan bahsederiz, ama bunun nedenini bir türlü açıklayamayız. ‘’Bütün insanlar farklı bir zekaya sahiptir. İnsanlarımızı beyinlerinin yatkın olduğu bölümlere, örneğin sosyal veya sayısal bilimlere, sanata ya da felsefeye yönlendirmeyi tercih etmeliyiz. Matematik yapabilenler diğerlerinden üstün değildir. Eğer herkes mükemmel derecede matematik yapsaydı, fabrikadan çıkmış gibi birbirimizin kopyası olurduk.’’ demek bize zor gelir.

 

Bizi Batı uygarlıklarından yüzyıllar boyunca geride bırakan sorun da tam olarak budur.

 

Türkiye’deki çoğu öğretmenin amacı öğrencilerini ülkesine yararlı bir birey olarak yetiştirmek değildir. Öğretmenin düşündüğü, daha doğrusu düşünmek zorunda bırakıldığı konu kendisidir, ailesidir, maaşıyla çocuklarına nasıl güzel bir yaşam vaat edeceğidir.

 

İnsanlarımız eğitimin ücretsiz olmasını savunurlar, fakat çocuklarını etütlere, dershanelere ve özel ders veren öğretmenlere yönlendirirler. Öğretmenler geçim sıkıntısını birazcık da olsa hafifletebilmek için özel ders vermeye mahkum bırakılırlar, haftalar boyunca anlatamadığı konuyu bir özel ders saatinde vermeye çalışırlar. Para, insanoğlunu işte böyle köleleştirir. Burada suçlu olan kişi ne velidir, ne öğretmendir, ne de öğrencidir. Veli, çocuğunun iyi bir eğitim almasını ister, öğretmen ise kendi çocuğunun eğitimini sağlayabilmek. Hepsi buna alışmak zorunda bırakılmıştır. Kimsenin aklına bir terslik olmuş olabileceği gelmez, herkes kendi derdindedir. Hiçbir öğrencinin aklına bir sorunun mantığını kavramak gelmez, çünkü o soruları ezberleyerek yapmak daha kolaydır. 

 

Burada suçlu olan tek şey, insanlarımızı hazıra alıştıran sistemdir.

 

Kimin haklı olduğuna bakmayız, kim diğerinden daha fazla ekrana çıkarsa ve daha fazla konuşursa sadece onu dinleriz. Sürü psikolojisi denir buna. Kalabalıklar tehlikelidir çünkü bir topluluk ne kadar kalabalık olursa cehalet, yolsuzluk ve ahlaksızlık da o kadar artar. Bu ikisi arttıkça insanlar kendilerini boy aynasında görecek ve mükemmel toplum ütopyasının vaat edildiği cehalete doğru yönelmeye başlayacaktır. Kalabalık bir takipçi kitlesi olan insan tehlikeli olduğu kadar tehlikededir de, bu topluluk onu ya göğe yüceltecektir, ya da yerin dibine fırlatacaktır. Aydınlanma bilgiyle, bilgi araştırmayla, araştırma merakla ve merak ise düşünmeyle var olur, yani her şeyin başında insanın düşünsel evrimi vardır. Ahlaksızlığın arttığı gibi aydınlık da artacaktır ve en sonunda ışık karanlığı yenecektir, karanlık ışıktan önce davranıp onu soğurmazsa tabii ki. İnsanların aradıkları şey adalet değil bu dünyada, her kim güçlüyse onun tarafında oluyorlar çünkü umursadıkları tek şey bolluk.

 

 

Bütün öğretmenlerimin öğretmenler gününü en içten ve en güzel dileklerimle kutlarım.

 

 



ARTVİN 7 MART 2022

 3 Temmuz 1918'de Troya savunmasıyla İstanbul ipten alınınca Fatih'i hatırlatsın diye Mehmet unvanı verilen padişahımız efendimiz Reşat ölünce, 57 yaşındaki son padişah Vahdettin, Dolmabahçe Sarayına çıktı. Sarayı vatan bilmesi konusunda şüphe yoktu. Akabinde Almanya'nın başını müttefikler gövdeden ayırınca; kolları olan Osmanlı, ittifak gövdesinin iki yanına düştü.

İttihat Terakki'nin troykası başı kesilmiş ülkeye çıkarken Limni adasında vatanın toprağının kefelenmesi tamamlanmak üzereydi. Kutsal toprağı anası, kardeşi, bacısı, evladı bilen vatanperverler pusulanın Anadolu olduğunu gördü. Teşkîlât-ı Mahsûsa'nın adı Mim Mim oldu, karakol oldu. Yenilmez üyeleri umudu Anadolu'ya taşıdı, bölge bölge bağımsızlık ateşleri yakıldı. Adana'da Kilikyalılar, Trakya'da Paşaeli, İzmir'de Redd-i İlhak, Kars'ta, Ardahan'da, Batum'da Kafkas Geçici Şura Hükümeti oldu. Kelebek Cumhuriyeti'ydi diğer adı.

Cihangir oğlu İbrahim Bey liderliğindeki Şura Hükümeti, Moskof'un gavuruna, Ermeni'nin komitacısına, Gürcü'nün hilebazına Kafkas'ın dağlarını terk etmeyecekti.

Gökyüzünde görülebilen en büyük yıldızdır Tarık yıldızı. İşte o Tarık; gecenin zifiri karanlığında kaybolan, yönünü arayan, lakin yön diye makus talihine teslim olmayan milleti, Erzurum'da, Sivas'ta birleştirdi.

Ve 28 Ocak 1920'de, İngilizlerin saraydaki yaveri Damat Ferit Hükümeti sözde barış için San Remo'ya çağrıldı. Bir çırpıda San Remo'ya gidildi. Elinde Sevr'in taslağıyla dönen sarayın Tevfik Paşa'sı bile, ''Taslak, Osmanlı'nın infazıdır.'' dedi.

10 Ağustos 1920'de, sultanımız efendimiz Vahdettin onayı ile Saltanat Şurasında koca imparatorluğu defnettiler.

Sevr'e kim mi sevindi?

Ermeniler, Eylül 1920'de İngiliz desteği ile Aras'ı, Murat'ı geçtiler. Çizmelerinin değdiği her yer kurudu. Türk anaları şehit düşen kınalı kuzularına, gelinlik kızlarının çamura değen yaşmaklarına ağladı. Küçük kıyamet yaşandı.

Karabekir'in cenk edenleri izler mi bu kıyameti? Süngüsü olan süngüsü, palası olan palası, kılıcı olan kılıcı, tüfeği olan tüfeğiyle Kafkas Dağları'nı, Dadaş Erzurum'u, yurdun kalesi Kars'ı, Serhat'ı Artvin'i çapulculara dar etti.

3 Aralık 1920'de, Mustafa Kemal'in askerleri Ermeni katliamını sona erdirdi. Diplomatları Gümrü ile Ermenistan sınırını çizdi.

Türk-Sovyet dostluğu, doğudaki barışın mimarı oldu. Gürcülerle 23 Şubat 1921'de Kafkas yaylasının, Efkar tepesinin, Muratlı Kalesi'nin, Maçahel'in Türk yurdu olduğu tescillendi.

7 Mart'ta Halit Paşa, işgalci Gürcüleri kan akıtmadan bu aziz topraktan memleketlerine yolculadı.

Mustafa Kemal'in askerlerine, diplomatlarına selam olsun! Adı unutulan, yüreği vatan için çarpan aziz şehitlerimizin ruhu şad olsun!

Bugün barış varsa Doğu'daki komşularımızla; Türk'ün atasına selam olsun!

Ne mutlu Türk'üm diyene!

 

Ecem Naz YILDIRIM

Artvin Sosyal Bilimler Lisesi – 10/A

12 Mart

 Ulusun En Güzel Türküsü

Tarih boyunca kaç milletin yollarından geçtiği, kaç ulusun sularından içtiği, kaç medeniyetin yerleştiği, kadim toprak, güneşin doğduğu yer: Anadolu… Kaç ulusa devlet olmuş, kaç insana sahip çıkmış, 3 kıtayı yurt eylemiş Osmanlı… 

Nice toprağı vatanı saymış, Anadolu’ya ana demiş, yâre yâr olmuş, zalime karşı durmuş Türk milleti… 

20.yüzyıla 3 büyük savaşla girdik. Trablusgarp, Balkan ve 1.Dünya Savaşı. Önce Afrika’yı sonra Balkanları kaybettik. Yenildikçe geri çekildik, Anadolu’ya hapsedildik hapsedilmesine ama Anadolu’da da istenmiyorduk. Yaralandık, sakatlandık, öldük. Akan suyumuz akmaz oldu. Meyveden dalları düşen ağaçlarımız kurudu. Analar; Mehmetler, Ayşeler doğurmaz oldu. Süt veren kınalı koyunlar sütten kesildi. Gürül gürül akan dereler kan akar oldu. Tilkiler zalime dost, çakallar işgalciye yandaş oldu. 

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra 13 Kasım 1918’de geçilemeyen Çanakkale geçildi, düşman gemilerinin topları başkent İstanbul’a çevrildi. 

Emperyalist kuvvetler hızla vatanın kutsal topraklarını kirli çizmeleriyle arşınlıyorlardı. 

Evlatlarını nice savaşlarda toprağa vermiş babalar ve kınalı kuzularını nice savaşlarda kurban etmiş analar korkuyorlardı. Neden mi korkuyorlardı? Savaş oyun değildi ve korkmakta haklılardı. Ölüm o tarihte herkese erkenden bulaşıyordu. 

İşgalcilerin gemilerini Dolmabahçe’ye demirledikleri gün sessiz bir fısıltı Anadolu direnişine çığlık oldu. Geldikleri gibi giderler! 

19 Mayıs… 

Havza, Amasya, Erzurum, Sivas… Ve Tanrı’nın Türk milletine en büyük armağanı Mustafa Kemal, milletin öncüleriyle Ankara’da… 

Türk şiirinin iki büyük şairi… Türk İstiklal Savaşı’nı manzumlaştıran Kuvayı- Milliye destanının yazarı Nazım, yakın dostu Vâlâ Nureddin ile kağnı sırtında Kastamonu İnebolu’dan Ankara’ya kutsal isyan için omuz vermeye gidiyordu. 

Mehmet Akif…

İzmir’in işgali sonrası Hasan Tahsin’in işgale karşı başlattığı direnişin, manevi önderi oldu. Kimlik değiştirerek gittiği İzmir’de Yunan işgaline karşı camilerde verdiği vaazlarla milletin direnişine rehber oldu. Milletin kâbesi TBMM’de millete vekil oldu. Korkma diyerek başladığı şehadet yeminiyle istikâlale marş, Mehmetçiğe yoldaş oldu. 

Devlet dediğin nedir? Vatanı olacak, başkenti olacak, uğruna ölünecek bayrağı olacak, milleti kenetleyen marşı olacak. Korkma, diyerek başlar Mehmet Akif şiirine. Bilir ki korkakların vatanı olmaz. Türk milletinin korkmadığını bilir. Sadece bu yüce milleti birleştirecek önder lazımdır. Önder vardır ve Mustafa Kemal’dir. Moral lazımdır. Moral vardır ve müftü Rıfat Efendi’dir, Mehmet Akif’tir. Strateji lazımdır, vardır: Albay İsmet, General Kazım, Ali Fuat, Yakup Şevki ve Fahrettin Paşa’lardır. 

Kütahya-Eskişehir Savaşı sonrası TBMM’deki muhalefetin Ankara’dan başka bir şehre taşınması teklifine karşı elinde Kur’an ile kağnı sırtında ‘’Merkez Ankaradır! Direniş Ankara’da olacaktır!’’ diyerek direniş ruhunu ve moralini Türk milletine aşılamıştır. 

İnsanı ölümsüz kılan bazen tüm insanlığa bazen de kendi milletine bıraktığı eserlerdir. Mehmet Akif, ömrü boyunca kaleme döktüğü eserlerini Safahat adlı büyük manzumesinde toplamıştır. Türk ordusuna ve Türk milletine armağan ettiği en büyük eserine, yani İstikal Marşı’na büyük bir mütevazılıkla Safahat’ta yer vermemiştir. 

Modern tiyatronun kurucusu, İngiliz yazar William Shakespeare ‘’Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yazanlardan daha güçlüdür.’’ demiştir.

Mehmet Akif Ersoy, bu ulusun en güzel türküsünü yazmıştır. Bu millet yaşadıkça İstiklal Marşı, yüreğimizden ve dilimizden asla eksik olmayacaktır. 


Ecem Naz YILDIRIM

Artvin Sosyal Bilimler Lisesi – 10/A 


Dünya Avucumuzda 10/A

 

  Gazete ve dergi gibi kitle iletişim araçlarının doğuşu 18.yüzyılda endüstri devrimiyle başladı. 19.yüzyılda iletişim aracı olarak telefon ve telgraf, yine aynı hızla radyo ve 20.yüzyılın ilk çeyreğinde televizyon icat edildi. 2 büyük savaş gören dünya halkları hızla gazeteden radyoya, radyodan televizyona geçtiler.

19 ve 20.yüzyıl modernleşmenin ve buluşların mutlak çağı oldu. Köleliğin yerini işçi sınıfının alması ve savaşlar sonrası toplumun alt kesimlerinin göreceli bir refaha kavuşması, açlık sıkıntısının yerini meraka bıraktı.

Bilhassa, 2.Dünya Savaşı sonrası, ABD’nin Mutlak Dünya İmparatorluğu, Sam Amcanın yaşam tarzını tüm dünyaya dayattı. Kitle iletişim aracı olarak saydığımız gazete, dergi, radyo ve televizyon, Amerikan propaganda aygıtına dönüştürüldü. Misal, Amerikan filmlerindeki aile kavramı kusursuz aile olarak bize anlatıldı. Çalışan baba, ev hanımı anne ve çocuklar… Tek katlı bahçeli evde, baba akşam işten eve geldiğinde annenin hazırladığı yemekler ailecek yenir, sonra da televizyon karşısına geçilir.

1970 sonrası çok uluslu şirketler ve zengin iş adamları, refah seviyesi artan çalışanlarının isteklerinde artması üzerine, modern çağın kendi çıkarlarını tehdit ettiğini görünce, yeni bir düzen arayışına girdiler. Böylece, post-modern çağ dediğimiz, ekonomide neo-liberal çağ başladı. Artık, işçi sendikalarının yerini dini cemaatler, kütüphanelerin yerini bizim gibi ülkelerde kahvehaneler aldı.

1970’li yıllarda, petrol fiyatlarının aniden artması, ekonomiyi yönlendiren devletlerin ve büyük şirketlerin, sanayi yerine bilişime yatırım yapmasına önayak oldu.

ABD’de Microsoft ve Apple, Japonya’da Panasonic, Çin’de Huami, Kore’de Samsung, Hyundai, Kia gibi bilişim odaklı şirketler kuruldu. ABD, Avrupa Ülkeleri, Çin, Japonya gibi ülkeler üretirken ve bilimsel buluşlarla üretimlerini arttırırken ne yazık ki 3.Dünya ülkeleri üreten ülkelerin ham maddeleri haline getirildi.

1980’ler, bilgisayar çağının halkla buluştuğu dönemdir ve sonuna doğru Amerikan kökenli Motorola firmasının kablosuz telefon teknolojisi ve Dünya’daki tüm bilişim ürünlerini birbirine bağlayan şebekeler, günümüzün habercisi oldular.

Dünya’nın gelişmiş ulusları üretirken, geri kalmış ulusları tüketici haline dönüştürüldü. Ülkemizde, 90’lı yıllarda ABD ve Japonya üretimi olan bilgisayarlar aşırı üretim nedeniyle ucuzlayarak, alt gelir gruplarının evlerine girmeye başladı.

Türkiye’de, 1994’te GSM operatörleri hizmete başladı. Kapitalizmin ana şartı, arz-talep dengesidir. Operatör şirketleri hat sattıkça, Batılı telefon üreticisi şirketler ve Türkiye’deki iş ortakları başarılı ithalat hamleleriyle Türkiye’de milyonlarca telefon sattılar.

İlk telefonlar, çağrı ve mesaj özelliklerine sahipti. Ancak, gerek ülkemizde, gerekse Dünya’da talep azaldı. Bilişim şirketleri, daha renkli ve dokunmatik telefonlarla albeniyi arttırdılar.

Ya içerik? Android, IOS, Windows Phone gibi yazılımlar, kamera gibi donanımlarla cazibesi arttırılan telefonlar, birer medya aygıtına, YouTube, Twitter, Instagram gibi uygulamalarla kitle iletişim araçlarına dönüştürüldü.

Televizyonun yerini YouTube, Netflix; gazetelerin yerini Twitter, fotoğraf albümlerinin yerini ise Instagram gibi platformlar aldı. Modern çağın getirdiği kitle iletişim araçları yavaş yavaş ömrünü tamamlarken, post-modern çağı yeni iletişim araçlarını bizimle tanıştırdı.

Türkiye üzerinde, 1980 darbesi sonrası, devlet politikadan uzak nesiller yetiştirmeyi amaçladı. Tek kanallı dönemde, gazetelerinde yönlendirmesiyle bunda başarılı olundu. Ancak, 1990 sonrası özel radyo ve televizyon kanallarının kurulması, demokrasinin olmazsa olmazı çok sesliliğe dönüş için fırsat yarattı.

2000’lerde yoğunlaşan internet kullanımı ve sen on yıldaki sosyal-medya çağı, sansür ve manipülasyon girişimlerine rağmen bilhassa Z kuşağı diye adlandırılan 2000’ler gençliğinin rahatça konuşmasına, birlikte hareket etmesine, paylaşımları ile birbirlerini uyarmalarına ve uyanmalarına vesile olmuştur.

Ekonomisi güçlü olmayan 5 saat televizyon izleyen bir toplum, artık televizyonun yerine bilgisayarların, telefonların, tabletlerin karşısına mevzilendi. Onunla gülüp, onunla hüzünlendi.

İyi eğitim verilmemiş, bilimden uzak, estetik değerleri darmadağın edilmiş, asgari giderlerini bile karşılayamayan bir toplumun, sosyal medya ile umutlanma, ayakta kalma çabası takdir edilmelidir.

İlk deniz aşırı telgrafı 1847’de İngiltere Kraliçesi Victoria, ABD Başkanı James K. Polk’a gönderdiğinde bunu duyanların ağzı açık kalmıştı. Bugün, binlerce kilometre ötedeki bir ödül töreni sadece birkaç saniye farkla minicik ekranlarımızın içerisinde, okumayı çok istediğimiz bir kitap PDF formatında avuçlarımızın içinde, ya da Avusturya Filarmoni Orkestrasının Yeni Yıl konseri kulaklığımızın ucunda…

İnsanlarımızın sosyal medya düşkünlüğünü eleştirmek yerine, doğru yönelim ile elinin altındaki bin dünya bilgiye nasıl ulaşacağı konusunda onları bilgilendirirsek, başka bir bakış açısı mümkün.

Sözlük yasaklayan ülkeden, sözlük yazarı bireylerin yaşadığı bir ülkeye...