Gezegenimiz, oldukça basit bir yapıya sahipmiş gibi gözükse de işin aslı böyle değildir. Evrenin çok küçük bir kısmını kaplayan insanların tarihi ise, tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük sırlarla doludur.
Nereden
geldiğimizi hep merak ederiz. Kutsal olarak kabul ettiğimiz kaynaklar ilk
insandan bahsederken, bilimsel kaynaklar bizlere evrimden söz eder. Bilimsel
olanı doğru kabul etmek bizlere daha uygun gelir, çünkü bilimsel açıklamalar
mantığa dayalıdır. Fakat düşünmeyen bir toplumda, insanlarımızın içine incelikle
işlenmiş olan korku, bizlere doğduğumuz andan itibaren dayatılan yargıların öne
çıkması sağlar.
Halbuki,
aklımıza yatmayan her şeyden hızla uzaklaşırız. Bizim gibi düşünmedikleri için
insanları yargılarız. Araştırırız, sorgularız, doğru bulduğumuz düşünceleri,
sırf doğru olduğunu düşündüğümüz için insanlara yaymaya çalışırız.
Kitap okuyan
insanları, ne okuduklarını bile bilmeden takdir ederiz. Çünkü toplumuzdaki
birçok kişiye göre önemli olan şey kitap okumuş olmamızdır. Bu işin doğrusu
ise, herhangi bir sosyal medya uygulamasında paylaşacağımız, ünlü bir markadan
temin etmiş olduğumuz kahve ile tek bir sayfasına bile elimizi sürmeyeceğimiz
çok satanlar listesinde bulunan bir kitabın fotoğrafından ibarettir. Kitabı
okusak bile -ki bunun mümkün olma olasılığı oldukça azdır- yalnızca arkadaş
ortamında ‘’Ben bu kitabı okudum, çok beğendim.’’ Demek için okuruz. Kitapta
bahsedilen konu üzerine kafa yormaya ihtiyacımız yoktur, çünkü biz zaten her
şeyi biliriz, en harika olanı da kendimiz olarak görürüz!
Ünlü Antik
Yunan filozofu Platon, ‘’Kişinin kendini fethetmesi, zaferlerin en büyüğüdür.’’
der.
İnsanlarımız yıllar boyunca daha iyi uyutulmak
ve ileride köle olarak kullanılmak için ezberci bir sistemin kurbanı
olduklarından dolayı, düşünme yetilerini kaybetmiş olarak yaşarlar. Anlatılan
her şeye çabucak inanırlar. Düşünmezler, çünkü hazıra alışmışlardır. Çoğumuz,
bir kitap ya da bir makale üzerine kafa yormak
ve yeni bir dil öğrenmeye çalışarak kendimizi fethetmekten ziyade,
propaganda yapmaktan ibaret olan ‘’fetih’’ dizilerini izleyerek uyutulmayı
tercih ederiz. Yeni şeyler öğrenip de yıllar boyunca beynimize kazımış
olduğumuz klişelerden kurtulmaktan korkarız, bunun nedeni olarak da toplum
baskısını öne süreriz. ’’Yaşadığımız olaylardan ders çıkarmalıyız.’’ deriz
herkese, fakat geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkarmayı geçtim, bir çay ya da
üzümlü kek uğruna hepsini unuturuz. Hiçbirimiz dürüst olmayı, kendimiz gibi
davranmayı seçmeyiz, işimize gelmez çünkü.
Sürekli eğitim
sistemimizin ne kadar kötü olduğundan bahsederiz, ama bunun nedenini bir türlü
açıklayamayız. ‘’Bütün insanlar farklı bir zekaya sahiptir. İnsanlarımızı beyinlerinin
yatkın olduğu bölümlere, örneğin sosyal veya sayısal bilimlere, sanata ya da
felsefeye yönlendirmeyi tercih etmeliyiz. Matematik yapabilenler diğerlerinden
üstün değildir. Eğer herkes mükemmel derecede matematik yapsaydı, fabrikadan
çıkmış gibi birbirimizin kopyası olurduk.’’ demek bize zor gelir.
Bizi Batı
uygarlıklarından yüzyıllar boyunca geride bırakan sorun da tam olarak budur.
Türkiye’deki çoğu
öğretmenin amacı öğrencilerini ülkesine yararlı bir birey olarak yetiştirmek
değildir. Öğretmenin düşündüğü, daha doğrusu düşünmek zorunda bırakıldığı konu
kendisidir, ailesidir, maaşıyla çocuklarına nasıl güzel bir yaşam vaat
edeceğidir.
İnsanlarımız eğitimin
ücretsiz olmasını savunurlar, fakat çocuklarını etütlere, dershanelere ve özel
ders veren öğretmenlere yönlendirirler. Öğretmenler geçim sıkıntısını birazcık
da olsa hafifletebilmek için özel ders vermeye mahkum bırakılırlar, haftalar
boyunca anlatamadığı konuyu bir özel ders saatinde vermeye çalışırlar. Para,
insanoğlunu işte böyle köleleştirir. Burada suçlu olan kişi ne velidir, ne
öğretmendir, ne de öğrencidir. Veli, çocuğunun iyi bir eğitim almasını ister, öğretmen ise kendi çocuğunun
eğitimini sağlayabilmek. Hepsi buna alışmak zorunda bırakılmıştır. Kimsenin
aklına bir terslik olmuş olabileceği gelmez, herkes kendi derdindedir. Hiçbir
öğrencinin aklına bir sorunun mantığını kavramak gelmez, çünkü o soruları ezberleyerek
yapmak daha kolaydır.
Burada suçlu olan tek şey,
insanlarımızı hazıra alıştıran sistemdir.
Kimin haklı olduğuna bakmayız, kim
diğerinden daha fazla ekrana çıkarsa ve daha fazla konuşursa sadece onu
dinleriz. Sürü psikolojisi denir buna. Kalabalıklar tehlikelidir çünkü bir
topluluk ne kadar kalabalık olursa cehalet, yolsuzluk ve ahlaksızlık da o kadar
artar. Bu ikisi arttıkça insanlar kendilerini boy aynasında görecek ve mükemmel
toplum ütopyasının vaat edildiği cehalete doğru yönelmeye başlayacaktır.
Kalabalık bir takipçi kitlesi olan insan tehlikeli olduğu kadar tehlikededir
de, bu topluluk onu ya göğe yüceltecektir, ya da yerin dibine fırlatacaktır.
Aydınlanma bilgiyle, bilgi araştırmayla, araştırma merakla ve merak ise
düşünmeyle var olur, yani her şeyin başında insanın düşünsel evrimi vardır.
Ahlaksızlığın arttığı gibi aydınlık da artacaktır ve en sonunda ışık karanlığı
yenecektir, karanlık ışıktan önce davranıp onu soğurmazsa tabii ki. İnsanların
aradıkları şey adalet değil bu dünyada, her kim güçlüyse onun tarafında
oluyorlar çünkü umursadıkları tek şey bolluk.
Bütün
öğretmenlerimin öğretmenler gününü en içten ve en güzel dileklerimle kutlarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder