28 Mayıs 2025 Çarşamba

Hoşgörü

13.yüzyılda Anadolu… Taşın, toprağın, ağacın ve yeşilin cayır cayır yandığı zamanlar.

İlhanlı Moğolları, din ve dil ayrımı yapmaksızın ‘’aman’’ diyene kıyıyor, sakalı ağarmış dededen kundaktaki bebeğe kadar herkese kılıç çekiyordu. Selçuklular, Anadolu’yu savunamaz durumdaydı.

Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’yu yurt edinmiş Şaman’ı ve İslam ile az çok tanışmış olan Türkler’i sahipsiz ve yalnız bırakmıştı. Dün birbirini düşman bilen halklar, bugün hoşgörü çatısı altında toplanıyordu.

Mevlana, Şemsi Tebrizi, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre gibi hoşgörünün mimarları işte bu tarihte, bu değerli toprakları, mütevazı sevgileriyle birleştirdiler.

Yunus Emre, 800 yıl önce ne söylediyse, bugün bu topraklarda da aynı sözler söyleniyor. Divanı ile mühürlediği sözler bugün yâre yâr ve adı gibi bizlere de yoldaş oluyor. (Emre, Farsçada ‘’yoldaş’’ anlamına gelmektedir.)

13.yüzyılda Anadolu’da matbaa yoktu, kağıt ve mürekkep ise ulaşılamazdı. İnsanların, inandıkları kitaba ulaşmaları imkansızdı. El yazması olan Tevrat, İncil ve Kur’an ya beyde, ya ağada, ya da paşada bulunurdu.

Bir toprakta devlet varsa, din güçlüdür, devlet yoksa devleti bulamayan halk sığınacak kapı arar. İşte o zaman tarikatlar ve tasavvuf güçlenir.

Birçok kutsal ve mitolojik eser, şu cümle ile başlar: ‘’Başlangıçta sadece söz vardı.’’

Anadolu erenleri, 12.yüzyıldan itibaren ellerinde Kur’an, yanlarında Hadis kaynağı olmadan, yüreklerinde imanla İslam’ın aydınlığını, güneş gibi adım attıkları her yere dillerindeki söz ile taşıdılar. Çünkü kıymetli olan sözdü. O söz ki: ‘’Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede.’’ idi. Yunus Emre’nin bir çınar ağacından daha uzun süredir yaşayan ve nice çınarları da yaşlandıracak olan bu sözü, söylenen söz kadar söyleniş biçiminin de önemini kısa bir dörtlük ile en doğru şekilde anlamlandırır. ‘’Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.’’ demez mi büyüklerimiz? Türkçü-toplumcu yazarımız Ömer Seyfettin’in ‘’Pembe İncili Kaftan’’ isimli öyküsü Yunus Emre’nin bu dörtlüğüne ispat değil midir? Bu kitapta kahramanımız Muhsin Çelebi, hem ülkesinin itibarını korumak hem de kellesini Şah İsmail’in kılıcından kurtarmak için sözü diline süs yapmış, servetini harcadığı pembe incili kaftanını hükümdarın huzuruna bırakmış ve başı dik bir şekilde Sadabat Sarayı’ndan ayrılmıştır.

Bana kalsa Dünya, sevgiyle kurtulacaktır. Tanrı’nın ‘’yarattım’’ sözüyle başlayan hayat, eleştiri bile olsa, uygun bir şekilde söylenecek söz ile şu kısa ömrümüz bütün güzelliğiyle sürecektir.

Hani evimizde, annemizin çok kıymet verdiği, büyükannemizden kalan bir vazo vardır ya, onun istemeden de olsa kırıldığını düşünün. Birçok yapıştırıcı onu yapıştırır, ama hiçbir yapıştırıcı onu eski haline getiremez.

Kalp, o vazodur işte. Uygunsuz bir çift söz, sizin için atan bir yüreği bin parçaya bölebilir ve artık hiçbir şey o vazoyu eskisi gibi yapamaz.

İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan sözdür, ama insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder