13.yüzyılda Anadolu… Taşın, toprağın, ağacın ve yeşilin cayır cayır yandığı zamanlar.
İlhanlı Moğolları, din ve dil ayrımı yapmaksızın ‘’aman’’ diyene
kıyıyor, sakalı ağarmış dededen kundaktaki bebeğe kadar herkese kılıç
çekiyordu. Selçuklular, Anadolu’yu savunamaz durumdaydı.
Ermeniyi, Rumu, Yahudiyi, Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’yu yurt
edinmiş Şaman’ı ve İslam ile az çok tanışmış olan Türkler’i sahipsiz ve yalnız
bırakmıştı. Dün birbirini düşman bilen halklar, bugün hoşgörü çatısı altında
toplanıyordu.
Mevlana, Şemsi Tebrizi, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus
Emre gibi hoşgörünün mimarları işte bu tarihte, bu değerli toprakları, mütevazı
sevgileriyle birleştirdiler.
Yunus Emre, 800 yıl önce ne söylediyse, bugün bu topraklarda da
aynı sözler söyleniyor. Divanı ile mühürlediği sözler bugün yâre yâr ve adı gibi bizlere de yoldaş
oluyor. (Emre, Farsçada ‘’yoldaş’’ anlamına gelmektedir.)
13.yüzyılda Anadolu’da matbaa
yoktu, kağıt ve mürekkep ise ulaşılamazdı. İnsanların, inandıkları kitaba
ulaşmaları imkansızdı. El yazması olan Tevrat, İncil ve Kur’an ya beyde, ya
ağada, ya da paşada bulunurdu.
Bir toprakta devlet varsa, din
güçlüdür, devlet yoksa devleti bulamayan halk sığınacak kapı arar. İşte o zaman
tarikatlar ve tasavvuf güçlenir.
Birçok kutsal ve mitolojik eser,
şu cümle ile başlar: ‘’Başlangıçta sadece söz vardı.’’
Anadolu erenleri, 12.yüzyıldan
itibaren ellerinde Kur’an, yanlarında Hadis kaynağı olmadan, yüreklerinde
imanla İslam’ın aydınlığını, güneş gibi adım attıkları her yere dillerindeki
söz ile taşıdılar. Çünkü kıymetli olan sözdü. O söz ki: ‘’Söz ola kese savaşı,
söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede.’’ idi. Yunus Emre’nin
bir çınar ağacından daha uzun süredir yaşayan ve nice çınarları da yaşlandıracak
olan bu sözü, söylenen söz kadar söyleniş biçiminin de önemini kısa bir dörtlük
ile en doğru şekilde anlamlandırır. ‘’Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.’’
demez mi büyüklerimiz? Türkçü-toplumcu yazarımız Ömer Seyfettin’in ‘’Pembe
İncili Kaftan’’ isimli öyküsü Yunus Emre’nin bu dörtlüğüne ispat değil midir?
Bu kitapta kahramanımız Muhsin Çelebi, hem ülkesinin itibarını korumak hem de
kellesini Şah İsmail’in kılıcından kurtarmak için sözü diline süs yapmış,
servetini harcadığı pembe incili kaftanını hükümdarın huzuruna bırakmış ve başı
dik bir şekilde Sadabat Sarayı’ndan ayrılmıştır.
Bana kalsa Dünya, sevgiyle
kurtulacaktır. Tanrı’nın ‘’yarattım’’ sözüyle başlayan hayat, eleştiri bile
olsa, uygun bir şekilde söylenecek söz ile şu kısa ömrümüz bütün güzelliğiyle
sürecektir.
Hani evimizde, annemizin çok
kıymet verdiği, büyükannemizden kalan bir vazo vardır ya, onun istemeden de
olsa kırıldığını düşünün. Birçok yapıştırıcı onu yapıştırır, ama hiçbir
yapıştırıcı onu eski haline getiremez.
Kalp, o vazodur işte. Uygunsuz
bir çift söz, sizin için atan bir yüreği bin parçaya bölebilir ve artık hiçbir
şey o vazoyu eskisi gibi yapamaz.
İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde
güzel olan sözdür, ama insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder